16 Ekim sabahı, yani Sukot’un ilk günü, kırk bir kişiden oluşan kafilemizle yola çıktık. Öğle vaktinde Ürdün’e indik, normalde hemen sınıra gidecektik ama Sukot Bayramı’ndan dolayı sınırın sadece yarım gün açık olduğu yani 12.00’de kapatıldığı haberi geldi. İlk günümüzü Ürdün’de peygamber ve sahabe makamlarını ziyaret ederek geçirdik, bu Mescid-i Aksa’ya kavuşmadan evvel yaşadığımız bir hazırlık süreci gibiydi. Tarih boyunca bu coğrafyada iz bırakmış kimseleri ziyaret etmek hasretimizi ve heyecanımızı arttırdı. Her birimiz ertesi gün Mescid-i Aksa’ya kavuşma hayalleri ile mekânları selamlıyorduk. Aklımız kalbimiz, gidemesek de oraya yakın bir yerlerde olmanın sevinci içindeydi. Geceyi Amman’da bir otelde geçirdik, oldukça yoğun bir gün geçirmemize rağmen o gece hemen hemen hiç kimseyi uyku tutmadı, geç saatlere kadar, elimizde Mescid-i Aksa haritaları ile, nereden nasıl giriş yapabileceğimizin planlarını kurguluyorduk.
Ertesi gün erkenden yola çıkıp Kral Hüseyin / Allenby Köprüsü sınırına geldik. Murid Barghouti’nin “Şairin Filistini” kitabında uzunca tasvir ettiği o köprüden geçiyorduk. Zihnimde onun satırları belirdi. Sonra 6 Gün Savaşları’ndan beri köprünün bu tarafında kalan ve bir daha asla diğer tarafa, vatanlarına geri dönemeyen Filistinlilerin özlemlerine doğru ilerledim. İsrail denetimlerinden rutin uygulamalar dışında bir muamele görmeden geçtik. Aksa’ya kavuşmadan son bir ismi ziyaret etmemiz gerekiyordu: Hz. Musa. Nebi Musa Makamında Musa (a.s.)’ya selam verip O’nun giremediği o topraklara sorunsuz kavuşmak için dua ettik.
Kudüs’e vardığımızda öğlen namazı vakti henüz girmişti, önce otele giriş yaptık, ardından Aksa’ya gitmek için koyulduk yola, heyecanla, hasretle, duayla. Şam Kapısı’ndan Eski Şehir’e giriş yapıp Silsile Kapısı’na doğru yürüdük, yürüdük. Yürürken etrafıma bakındığımda bu şehrin benim bıraktığım şehirden çok farklı olduğunu fark ettim. Şehir eskisi gibi canlı değildi, sokaklarda adı konulmamış bir şey vardı. Kapalı dükkânlar, boş tezgâhlar… Bunlar Kudüs’ün manzaraları değildi. Son gelişimde, önünden geçtiğimiz her dükkândan gelen Kur’an kıraatleri ile mescide giderdik, şimdi sokaklar, dükkânlar sessizdi ve dillerimizde Yasin Suresi’nin 9. ayeti vardı.
Öte yandan daha önce Eski Şehir içerisinde bu kadar İsrail bayrağı görmediğime eminim. Bu gidişimizde, bir evde asılı olduğunu gördüğüm İsrail bayrağının daha önce orada olmadığını biliyorum, o evin halkının oradan çıkarılığını ve oraya Yahudilerin yerleştirildiğini de. Sukot sürüyordu ve biz yürüdükçe her sokak başında ellerinde Sukot meyveleriyle Yahudileri görmeye devam ediyorduk. O gün emin olmamakla birlikte Eski Şehir’de Müslümandan çok Yahudi görmüş olduğumuzu tahmin ediyorum.
Sokakları bir bir adımlayıp Silsile Kapısı’na vardığımızda duyduklarımızın ağırlığını sırtlamak kolay olmadı hiçbirimiz için. İçeride Yahudi baskınının devam ettiğini ve ancak onlar çıktığında bizleri içeri alacaklarını söylediler. Beklemek değil de içeride olanlardan haberdar olmaktı zor gelen. Herkes bir köşede bizi içeri alacakları saati beklemeye başladı. Bu sırada öğle namazının vaktinin çıkmasına bir saat kalmıştı, bir kısmımız sokağın başında namazlarını eda ederken bir kısmımız da Aksa’da kılmak için bekliyordu hala.
Ellerinde meyvelerle Yahudilerin Mescid-i Aksa’dan çıkışını izledik. Her birimiz yolun bir kenarında çıkıp gitmelerini bekliyorduk. Bizi görünce ağırdan almaya, daha çok bağırmaya hatta ayaklarını sertçe bastıra bastıra tabiri caizse tepinmeye başladılar. İçerinin tamamen boşalmasını beklerken hala arkadan gelenler oluyordu, Allah’ım ne kadar çoklardı…
Birbirimizin koluna girmiş halde dualarla beklemeye devam ettik, sonuncusu da çıkana kadar. Sonra teker teker çantalarımız arandı. Sonra… Sonra Aksa’ya girdik, kavuştuk, ama ne kavuşma. Aramızda yaklaşık iki gündür yolda olanlar vardı, bir ömür hasretle bugünü bekleyenler, heyecandan ağlayanlar, gülenler, ne yaptığını, yapacağını bilemeyenler. O eşikten geçer geçmez dışarıda yaşadığımız hüznü sıkıntıyı her bir şeyi unutmuş, huzurla dolmuştuk. Onlar çıkmıştı ve biz gelmiştik, “eve varmıştık.” İçeri girdiğimiz andan itibaren yatsı namazına kadar içeride kaldık çünkü çıkarsak geri girip giremeyeceğimizden endişeliydik. Mescid-i Aksa içerisinde Yahya Sinvar’ın şehadetinin haberini aldık ve onun için orada dua ettik.
Cuma sabahı saat beşte kalktık ve içeri girmek için şansımızı denemeye başladık. Zehra Kapısı’ndan da Şam Kapısı’ndan da denedik ama Eski Şehir’e dahi giremedik. Önce grup halinde, sonra ikili ya da tekli şekilde kapılarda şansımızı denedik. Kimimiz Eski Şehir’e dahi giremezken kimimiz mescide girebildi elhamdülillah. İçeri giremeyenler otele geçmek yerine Esbat Kapısı’nda cemaat olup namazlarını eda etti.
Cuma günü saat 10:00 civarında yine Silsile Kapısı’ndan mescide girebildik, cuma namazına kadar Mescid-i Aksa içerisindeki yapıları ziyaret ettik. O gün bir önceki sene geldiğimde tanıştığım birçok ismi gördüm, benim için asıl önemli olan şuydu ki kiminle nerede tanıştıysam onlar yine oradaydı. Mervan Mescidi’nde bana Hz. Meryem’e atfedilerek inşa edilen odayı ve Hz. İsa’ya atfedilerek konulan beşiğin olduğu odayı gösteren amca, yine birilerine oranın hikâyesini anlatıyordu. Kubbetü’s-Sahra içerisinde sarıldığımız o teyze yine içeride kadınlara ders yapıyordu. Ebu Bilal yine Baburrahme’deydi bütün gün, her gelişimizde olduğu gibi çay ikram etti. Kıble Mescidi’nde yine aynı iki dede beraber Kur’an okuyordu. Hepsi kendi köşelerinde kendi işlerini yaparken nöbete, ribata devam ediyordu.
Cuma namazında maalesef çok az cemaat vardı, Temmuz 2023’teki cemaatin yarısından da azdı. Bizler elhamdülillah içeriye girebildik ancak cuma vaktine kadar birçok Filistinlinin giremediğini, kapılarda arbedeler yaşandığını duyduk. Özellikle erkek cemaat çok daha azdı. Ama yine de etrafta koşturan çocuklarla, hurma dağıtan teyzelerle, Azzam Düveyk’in kıraati ile cuma vaktini yüzümüzde tebessümle geçirmiş olduk. Namazdan sonra gıyabi cenaze namazı kıldık, isim verilmeden, şehidimiz adına diye niyet alarak. Şehidimizin kim olduğunu oradaki herkes bilse de İsmail Heniye’nin şehadetinde onun gıyabında namazını kıldıran İkrime Sabri hala gözaltında iken Aksa uğruna bir ömür savaşıp can veren Yahya Sinvar’ın adını anamadık o gün Mescidi Aksa’da.
Cumartesi günü El-Halil’e gittik. Otobüsten inip Halilürrahman Camii’ne doğru yürürken çöplerle dolu sokaklardan geçtik. Çarşıda sadece iki dükkân açıktı. Dışarıda çok az insan vardı. Bizi gören bir kadın Türkler deyip ağlamaya başladı. Halilürrahman’a vardığımızda turnikelerden, x-rayden, aramalardan geçtikten sonra Hz. Yusuf’u selamladık girişte. Daha sonra yukarıya çıkıp cami bölümüne geçtik. İçeride bizden başka sadece üç kişi vardı. Geçen sefer gelişimde burada üç kafileyle karşılaşmıştım, bir de nikâh vardı, şimdi bomboştu. Hz. İbrahim’in sandukasının bulunduğu bölümde hemen yan taraftaki sinagog kısmından ayin sesleri geliyor, odada yankılanıyordu. Camide görevli olan beyefendi bizim geldiğimizi muhtemelen gördükleri için seslerini özellikle yükselttiklerini, biz gelmeden önce bu kadar sesin olmadığını söyledi. Aramızda bir demir kapı, onlar Tevrat okuyup bağırırken biz de Kur’an okuduk Hz. İbrahim (a.s.)’in yanında. Otobüse giderken sokak satıcılarına dahi çok az rastladık. Şehrin baskı altında olduğunu, ayağımızı bastığımız her taş adeta bağırarak söylüyordu. Kudüs’e geri döndüğümüzde Kattanin Çarşısı’nda dolaştık bir süre. Çarşının eski havası yoktu. Esnaf eskisine nazaran daha durgundu. Namaz vaktinde Mescid-i Aksa’ya girmek için yine kapıları denememiz gerekti. Birkaç retten sonra bir Filistinli teyzenin koluna girerek Kattanin Kapısı’ndan girdim içeriye elhamdülillah.
Pazar günü, şehirdeki son günümüz, Sukotun beşinci günü… Bütün gece şehrin farklı noktalarından gelen ayin sesleri ile uykularımız bölündü. Buna rağmen iki gündür bütün kapılardan çevrilmemizi dert etmeden yine saat dört buçukta kalkıp sabah namazına gitmek için yola çıktık. Kimilerimiz erken davranıp kapıların açılış saatinde kalabalığa karışmış, kimisi deneye deneye bir yol bulmuş kimimiz Eski Şehir’e bile girememiş. Eski Şehir’e bir şekilde girebilsek de içeride her köşe başında neredeyse onar kişilik ekipler halinde askerler vardı. Daha kapılara varmadan önünüzü kesip nerelisiniz, Türk var mıaranızda diye soruyorlardı. Saat daha sabah beşti ancak Eski Şehir alabildiğine kalabalıktı. Yahudiler her an kalabalık gruplar halinde, taşkınlık yaparak gelmeye devam ediyordu. Müslüman esnafların dükkânlarını tekmeleyip etraftaki çöp bidonlarını deviriyorlardı. En önlerinde üç dört yaşında çocuklarla, bebek arabalarıyla gelen kadınlarla onlar da Mescid-i Aksa’ya doğru gidiyordu. O gün içimize düşen ateş parçalarının hangisiyle daha çok yandık bilmiyorum: İçeriye girememek mi, son kez Aksa’da namaz kılıp vedalaşamamak mı, son günümüz olması mı, şehrin bu halini görmek mi, Yahudilerin baskın için içeriye girişlerini izlemek mi? İçimizdeki duygu utanç mıydı, öfke miydi, çaresizlik miydi, hüzün müydü bilinmez ama omuzlarımızda koca bir ağırlıkla döndük otele, eşyalarımızı toparlamak için. Artık dönüşte yükümüz çok daha ağırdı.
Tekrar Ürdün sınırına geçmeden Zeytindağı’na gittik bir son bakış anı yaşamaya. Zeytindağı bu şehre bakılabilecek en güzel nokta olarak adlandırılır hep, dünyanın en güzel manzaralarından biri vardır orada. Ancak oranın bize bu kadar acı verebileceğini tahmin edemezdim. Zeytindağı’ndan son kez şehre bakarken Kıble Mescidi’nin üst tarafındaki yoldan sel gibi insanların geldiğini görebiliyorduk. Araba yolundaki arka arkaya gelen otobüsleri, hatta Mescid-i Aksa içerisinde Babürrahme’ye doğru yürüyen Yahudileri… Burak Duvarı’ndan gelen sesler bütün şehri kaplamıştı, geçen sefer geldiğimde dünyanın en huzurlu noktası dediğim yerde nefes alamadım o anda. Ayrılık her zaman zordur ama bu şehri o halde bırakıp ayrılmak zorunda olmak çok daha zordu.
2023 yılında, 7 Ekim’den birkaç ay önce yaptığım ziyaretle bugünlerin arasında çok büyük farklar vardı. 2023 yılında bizden başka beş farklı Türk kafilesi ve dünyanın farklı yerlerinden farklı Müslüman kafileleri vardı Kudüs’te. O zaman için buralar boş demiştik ama bugün geldiğimiz noktada o günlerdeki kalabalığın belki de çeyreği dahi yoktu Mescid-i Aksa’da. İlk ziyaretimde dört gün boyunca bir kere bile kapıda durdurulmadan rahatlıkla girip çıkabiliyordum Mescid-i Aksa’ya. O günlerde içeriye alınmayan Filistinlileri gördüğümde bir gün onlarla aynı acıyı tadacağımı bilmiyordum tabii. O günlerde şehirdeki hayat çok daha başkaydı, işgale rağmen herkes nasıl da yaşam doluydu diye hayret etmiştik, bu canlılığın solmaya başladığını görmek çok üzdü.
Neden daha rahat, sakin bir dönemde gitmediğimizi soranlar oldu daha sonrasında. 7 Ekim’in yıldönümü sayılabilecek bir tarihte, Sukot Bayramında, Yahya Sinvar’ın şehit edildiği sırada Kudüs’te bulunmanın bizler için zorluğu olsa da bunların bir lütuf olduğunu düşünüyorum. Kapılarda sıkıntı yaşasak da Sukot olması hasebiyle daha azgın olan Yahudilerin tahriklerine maruz kalsak da baskınların yoğun olduğu bir dönemde her gün grup halinde ya da parça parça sokaklarda kapılarda dolaşmamızın, mescitte saf tutmamızın bir önemi olduğunu düşünüyorum. Böyle bir dönemde sıkıntılar yaşanacağından dolayı oraya gitmemek zamansal bölünmeyi kabul etmek, onların gücüne bir nevi boyun eğmek gibi olurdu. Bir grup çıkarken diğerinin girebildiği, nöbetin her daim devam ettiği bir sürece ihtiyacımız var. Şehirden ayrılacağımız gün bir kez daha giremedik Mescid-i Aksa’ya ama geri döneceğiz inşallah. Allah bizleri özgür Mescid-i Aksa’ya eriştirsin, fetih namazını kılmayı bizlere nasip etsin.
Rabia İrem Durgun